Yazarlarla Kısa Görüşmeler

Doç. Dr. Erdem Yılmaz

 

Doyma diye bir tanımlamanın olasılıklar dahilinde olmadığı, coşku dolu, ucu bucağı belirsiz, giderek daha çok istenen okuma süreci, insanı bazen hayal bile edemeyeceği senaryolara şahit ediyor. Bazen de ‘Aman Allah’ım, yaşadığım ve şahit olduğum hayat kesitini çağrıştıran bu anlatı bu kadar mı güzel aktarılır’ diye dehşete düşürüyor.

Şüphesiz okumak, hayatın açık ara ön sıralarındaki güzelliklerinden bir tanesi. Okuma yolculuğu farkındalığımızı arttırmaktadır. Hayatın tadını çıkarmamızın yollarını küçük dokunuşlarla bize göstermektedir. Bu kazanımlar tabii ki kendimize olduğu kadar ailemize ve çocuklarımıza da kaçınılmaz olarak yansıyacaktır. Ebeveynler okudukça çocuklar da tabii ki gördüklerini uygulama yönünde davranış değişikliği gösterecek ve hayatımızdaki renkler daha çok ortaya çıkacaktır.

 

Milan Kundera (1929-2023)

Kundera Prag’ da doğmuş. İlk romanı olan Şaka’ yı 38 yaşında yazmış. 39 yaşında Çekoslovak Yazarlar Birliği Ödülü ve sonrasında birçok farklı ödüller almış. 46 yaşında (1975) Rus istilası sonrasında oluşan politik baskılar nedeniyle Fransa’ ya göç etmiş. Bu sene (2023) Kundera maalesef aramızdan 94 yaşında ayrıldı. Ben şu ana kadar Kundera’ nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, Kimlik, Yavaşlık, Ayrılık Valsi ve bu yazının yazılmasına sebep olan Kayıtsızlık Şenliği kitaplarını okudum. Kundera olağanüstü bir anlatıcı, akıp giden olay örgüsü, ilginç saptamaları ve vurucu analizleriyle farkını her kitabında gösteriyor.

 

‘Kayıtsızlık Şenliği’ romanı

Bir adam çocuk isterken kadın istemezse ne olur? Hayatın doğal akışında süregiden evlilik koşullarında kadın erkeği uyarmasına rağmen erkek farkında olarak veya bilinçaltından istediği çocuğa yönelik bir hamle gerçekleştirirse? İşte bu büyük muammanın olası cevaplarından bir tanesiyle karşı karşıyayız bu kitapta.. Kadında çocuğu istememe nedeniyle oluşan negatif duygular, adamda müşfik ve duyarlı tavırlar, ilişkinin meyvesi olan çocukta günün sonunda neler oluşturabilir? Bu romanda çocuk, baba gibi müşfik ve duyarlı, annenin onu gördüğü gibi davetsiz bir misafir hissinde, hayatı boyunca özür dilemeye mahkum bir kimliğe bürünmekte.

Fakat romanda da belirtildiği gibi ‘’..özür dileyen kendini suçlu ilan eder. Ve kendini suçlu ilan edersen, öbürünü, sana hakaret etmeye, herkesin önünde, ölümüne kadar, seni ifşa etmeye cesaretlendirirsin..’’. Evet, olacak budur. Doğarken kendi elinde olmayan koşullar sanki çocuk ve erişkin Alain’ a zincirlerle bağlanmış gibidir. Acısı ve özür bağımlılığı dışında başka yaşam tarzı bilemediğinden bu kısır döngü sürer gider. Farkındalık, hislerini ve duygularını tanımlayabilme bu kısır döngüden çıkabilmek için belki de en önemli ve en kritik adımlardır. Kendi elinde olmayan ve değiştirme şansının olmadığı geçmişin yükünden kurtulabilmek için önce kurban psikolojisinden çıkmak sonra da kendi suçu olmayan olumsuz olayların faturasının altında kalmayı reddetmek ve gelecek hayatın olası pozitif taraflarına odaklanmak en olası çözüm yoludur. Ama insan bir kere kaybolduysa istemedikçe ordan çıkmak mümkün olamayabiliyor. Çıkış yolunda istemek ve çelik gibi bir irade en temel ve en güçlü argümanlarımızdır.

Ramon adlı karakter, gösterişi sevmekle beraber haset duygusundan korkmakta, kendisine hayran olunması hoşuna gitmekte ancak hayranlarından da kaçmaktaydı. Aldığı travmalar ve ağırbaşlılığı sonuç olarak yalnızlık aşkına dönüşmüştü.

Bu ‘yalnızlık aşkı’ dediğimiz konfor zonu öyle cazip bir şey ki tattıkça içinde kaybolmamak mümkün değil. İlişkilerde bazen, belki de çoğu zaman iki kişi çok fazla gelmekte. Özellikle günümüzde yaşanan ilişkilerde bu sayının bir çeyrek, bilemedin bir buçuk olması hayal edilmekte ancak ilişkilerde aritmetik ve kesirli sayılar işlememektedir. Sonuç olarak süreç çoğu zaman bahsettiğimiz ‘yalnızlık aşkı’ na dönüşüyor. Çünkü muhtemelen en acısız ve en kolay aşk, tek kişinin kendine yetebildiği aşk. Tabii burda kendine yetebilme meselesi söz konusu olduğundan ve çoğu insan da bunu beceremediğinden etrafta çok çok sayıda mutsuz ‘tekler’ ve bir o kadar da mutsuz ‘çiftler’ görülmekte. Belki de mutlu bir birlikteliğin tek yolu iki kendine yeten insanın birlikteliği. Kendine yetme de kendini tanımaktan ve sürekli olan keşfetme sürecinden geçiyor diye düşünüyorum. Eninde sonunda romanda bir başka karakterin de dediği gibi ‘İnsan dediğin yalnızlıktan ibarettir’. Bunu kabul edip yola devam etmek en doğrusu. Paylaşım ve birliktelik olsa ne güzel olur ama çoğunlukla pratikte olabilirliği düşük ve tabii ki bir zorunluluk da değil. Şevk dolu destek ve sürekli ilgiyle beslenen birliktelik devam edecektir ama bunlar zorla olabilecek şeyler değil..

Narsisist bir karakter olan D’Ardelo ise görevini her zamanki gibi ince ince yapar. ‘’Her insanın gözünde kendi görüntüsünü görür ve o görüntüyü güzelleştirmek ister..bütün aynalarıyla kibarca ilgilenir..’’ Çünkü kendi kırılgan değerini başkalarından aldığı onaylarla besleyebilir. Bu değer kazanım çabası sürecinde de gerektiği zaman size gözünü kırpmadan zarar da verebilir. Peki böyle yaptığı için bu narsisist arkadaşa kızacak mıyız? Teorik olarak tabii ki hayır ama hayat genel olarak teorilerle ilgilenmeyip pratik ister. Yapılması gereken bu arkadaşı erkenden tanıyıp fazla etrafında dolaşmamak, etrafınıza da mümkün olduğu kadar sokulmasına izin vermemek ve olası saldırılara karşı da uyanık olmaya çalışmak, yapılabildiği kadar..

Son olarak da üstad Kundera’ nın romanındaki son reçetesini sunarak bitirelim yazımızı. ‘..kayıtsızlık, bilgeliğin anahtarı o, gamsızlığın anahtarı o’.. Kontrol edemediğimiz şeylere, adı üstünde kontrol edemediğimiz için kayıtsız kalmamız dileğiyle.. Bir kez yaşayacağımız değerli hayatımızın tadını en iyi formumuza ulaşarak çıkartabiliriz. Hayat okunmaya değer..

16 Ekim 2023, İstanbul